26 Mart 2017 Pazar

ESKİ MEZOPOTAMYA’DA KADIN VE TOPLUMDAKİ YERİ



Antik çağlarda doğanın oluşturduğu afetleri açıklayamayan insanlar bunlara farklı anlamlar yüklemişler, korku, sevinç, dilek gibi soyut durumların yanı sıra doğum, ölüm, hastalık, yangın gibi durumlarda da sığınacak büyük bir güç aramışlardır. Paleolitik çağlardan süregelen bu ihtiyaç tanrı, tanrıça oluşumuna neden olmuştur. Eskiçağ insanının hayatıyla bütünleşen bu inanç sistemi, o dönemin birçok toplumunda binlerce yıl varlığını sürdürerek, tek tanrılı dinlerin doğmasına kadar devam etmiştir.

1.1  MEZOPOYAMYA’DA KADIN ve RAHİBELİK   
                Diğer antik toplumlar gibi Mezopotamya toplumları da çok tanrılı inanç sistemine sahipti.
Asur, Babil, Sümer ve Akad toplumlarında ortaya çıkan mitolojilerde, tanrının yanı sıra tanrıçanın da olması, bize kadının toplum içindeki statüsüyle ilgili bilgiler vermektedir. Sümer’lerin İnanna’sı, Ninmah’ı, Queen’i, Akadlar’ın İştarı, Babil’in Tiamat’ı ve daha niceleri kadınların Mezopotamya mitolojisinde ve toplum hayatında önemli görevlerde olduğunu göstermektedir. Çünkü bu Mezopotamya mitlerinden insanların tanrılarla sıkı ilişkilerde olduklarını biliyoruz. Tanrı Dommuzi ve Tanrıça İnanna’nın her sene belirli dönemlerde olan birleşmesi sadece kutsal evlilik anlamına gelmiyordu aynı zamanda baharı ve bereketi de temsil ediyordu. Yalnız mitolojide değil elbette sosyal alanda da kadın önemli bir yer tutuyordu. Çünkü kadın sadece doğurganlık ve bereket demek değildi. Bunların yanında bilgi ve tecrübe de demekti. Öyle ki devam eden zaman zarfında tanrıyı temsil eden kral ile tanrıçayı temsil eden rahibelerin birleşimi Sümerlerde kendisini gösteriyor ve bu sayede hem kutsal evliliğin sembolik olarak devamlılığı sağlanıyor hem de baharın gelişi kutlanıyordu. Böylelikle paleolitik devirlerde başlayan tanrı-tanrıça arayışı ve neolitikte ‘‘ana tanrıça’’ terimiyle kadın bedeninde yer bulan kutsallaştırma çabası M.Ö 3000’lere gelindiğinde Sümerler ile baş rahibelere dönüşüyordu. Öyle ki Akad Kralı Sargon, şiirinin ilk dizelerine:
“Ben Agade’nin kralı
büyük kral Sargon!
Annem yüksek bir rahibe idi…”demektedir.
Babil kralı Hammurabi kanunlarında ise ‘‘Eğer her hangi bir kişi rahibelere ya da her hangi bir kişinin karısına iftira atarsa ve bunu ispat edemezse bu adam hakim huzuruna çıkarılır ve alnı işaretlenir’’ [1]denilmektedir. Böylelikle rahibeliğin bir meslek ve mertebeye dönüştüğü, tapınaklarda görev yapan rahibe kadınların hukuk kurallarınca korunduğu, ancak diğer din kadınlarından farklı oldukları da anlaşılmaktadır. Yani Mezopotamya din kadının, toplumun sosyal ve dini yapısı içerisinde yeri ve önemi ortaya çıkmaktadır. Hammurabi kanunlarında bu rahibeleri entum, nāditum, qadištum, kulmašitum, šugitum gibi farklı isimlerle görüyoruz. Öyleyse bu farklı grupların farklı statüleri ve işlevleri olmalıdır. Rahibeler arası hiyerarşiyi gösteren entum, Akatça yüksek rahip demek olup evlenebilme hakkına sahiptiler. Entumlar kral kızları ve asil ailelerden seçiliyor, baş rahibelik yapıyor, kıyafetleri ve takılarıyla diğer rahibelerden farkları kolayca anlaşılıyordu. Naditum terimi ise Akad, Eski ve Orta Babil dönemlerinde Tanrı’nın hizmetindeki kadın anlamında kullanılmıştır. Erkek tanrılara adanmış bu kadınlar genellikle evlenmiyorlar, evlendikleri takdirde ise çocuk doğurmaları kesinlikle yasaklanıyordu. Ancak evlatlık alabilme hakları vardı. Bunun yanında naditumlar tımar alıp satabiliyorlardı. Üstelik entumlar gibi tapınakta yaşamaları da zorunlu değildi. Ve bu iki sınıf rahibenin meyhane açma ya da meyhaneye gitmeleri yasaklanmıştı. ‘‘Eğer manastırda oturmayan bir naditum, bir entum bir bira evi (meyhane) açar veya bira içmek için bira evine girerse o kadını yakalayacaklardır.’’ [2] Qadistumlar ise Eski Babil Devleti döneminde hakları kanunlarla belirlenen, diğer din kadınlarıyla birlikte anılırlar. Tanrıça İnanna’nın bir ünvanı olan Sümerce NU.GİG kelimesi bu rahibeler için kullanılmıştır ve qadistumlar mal mülk sahibi olabilir, evlenebilir, çocuk doğurabilirler ve çocuk bakıcılığı yapabilirlerdi. Daha çok evlerde, doğum törenlerinde, çocuk bakıcılığı gibi görevlerle karşılaştığımız Qadistumlar belirli süre tapınak hizmeti yaptıktan sonra manastıra çıkabiliyor ve görev sürelerini kutsal evlilik belirliyordu. Onlar gibi özel görevlere adanmış diğer rahibeler ise Kulmasitumlar idi. Genel olarak mabed hizmetinde bulunuyorlardı. SAL.ZİKRUMlar ise Tapınaklardan çok saray ve mabed görevlisi olarak yorumlanmakta ve Akatça kadın- erkek olarak ifade edilmektedir. Uruk’ta düzenlenen eğlence törenlerinde kadınların erkek, erkeklerinde kadın kılığına girmesi gibi midir acaba bu kadın-erkek’ler yoksa ataerkil Mezopotamyası’nın erkeklik görevini yerine getir(e)meyen erkekler ( saray iç oğlanları, hadımlar vs. ) midir?
            Bu verileri daha da derinleştirecek olursak tapınak veya saray rahibelerinin başlangıçta, evlilik haklarının bulunmadığını söyleyebiliriz. Onlar, erkeklerle cinsel ilişki yükümlülüğünde olan ve bir tek erkeğe ait olamayacak olan 'genel kadın'lardı. Ataerkil Mezopotomya topraklarında tek gaye erkeği memnun etmek ve istediği zaman ona çocuk vermekti. Soyun devamlılığı için özellikle erkek çocuk çok önemliydi. Buna karşılık, Hammurabi döneminde ise, rahibelerin en azından bir bölümü, tek bir erkekle evlenebilme hakkına kavuşmuştur. Bu yasalara göre, Sugitumlar, doğurduğu çocuğu kocasına veriyor yani 'kocasına çocuk doğurmak'taydı. Fakat, eski geleneklerin onlar üzerinde toparlanmış gibi göründüğü Naditum olarak adlandırılan rahibeler, evlenebiliyor olsalar da, ya onların çocuk yapma yenetekleri ortadan kaldırılmıştı (belki kısırlaştırılıyorlar belki de sadece yasaklanıyordu), ya da doğurdukları çocukları kocalarına değil, ait olduğu toplum birimine veya tapınak ya da manastırlara devretmek zorundaydılar. Akad Kralı Sargon’un
‘‘ Ben Agade’nin kralı          
büyük kral Sargon!
   
Annem yüksek bir rahibe idi,
babamı bilmiyorum.   

Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu ’’ sözlerinden bu durumu daha iyi anlayabiliyoruz. Öyle ki Sargon’un yüksek rahibe annesi, öldürülmemesi için onu gizlice doğurmak zorunda kalmıştır ve sepet içerisine koyup nehre bırakmıştır. Süreç içinde asıl halini alan, bir kadının, kocasına çocuk verme yükümlülüğü, Naditum olan kutsal fahişenin, bir köle aracılığıyla, 'kocasına çocuk temin etmek' yükümlülüğü biçimiyle aşılmış gibidir. Bu bakımdan, Sümer-Babil toplumunda, 'çocuk doğurmak' (waladu) ile 'çocuk temin etmek' (rasu) birbirinin tersi, zıddı iki kavram olarak yasa diline girmişti. 'Çocuk doğurmak' ve 'çocuk temin etmek' terimleri, bu yasa metinlerinde itina ile birbirinden ayrılmış ve farklı fiiller olarak kullanılmıştır. Hammurabi Yasaları, 'doğurmak' ve ' temin etmek' farklı fiillerini yan yana kullandığı bir hükümde şöyle demekteydi: 
‘‘137 -Eğer bir adam, ona çocuk doğuran bir Sugitum'u veya ona çocuk temin eden bir Naditum 'u boşamaya karar verirse, ...."
Demek ki, Sugitum, kocasına 'çocuk doğuran', Naditum ise kocasına 'çocuk temin eden' kutsal kadın idi. Naditum olan kutsal fahişenin, 'doğurmak' değil, 'çocuk temin etmek' yükümlüsü olduğu, Hammurabi yasalarında yinelenmektedir:
" 145 -Eğer bir adam bir Naditum ile evlenirse ve (Naditum) ona çocuk temin etmezse....’’
Kocasına çocuk temin etme yükümlülüğünü Naditum, parasını kendi ödeyerek sahip olduğu kölenin, kocasından çocuk doğurmasını sağlayarak yerine getiriyordu. Yani bir Naditum'un kölesinin doğurduğu çocuk, Naditum'un 'kocasına temin ettiği çocuk' olmaktadır. Kölesinin, Naditum'un kocasından doğurduğu çocuk, toplumun akrabalık kavramları uyarınca, bizzat Naditum'un da çocuğu idi. 
Çocuk doğurmak ya da çocuk sahibi olmak bu kadar önemliyken aile ve evlilik yapısıyla ilgili düzenlemeler de yapılmıştı elbette. Bu yüzdendir ki sadece din kadınları ile ilgili değil diğer kadınlar ile ilgili de kanunlar Mezopotamya’da görülmektedir. Böylelikle Mezopotamya kadınının aile içerisindeki yeri meşrulaştırılmış ve sağlamlaştırılmıştır. Yapılan kanunlardan Mezopotamya kadınının bir sözleşme ile alındığı, bu sayede evliliklerin meşru kılındığı ve sözleşmesi olmayan evliliklerin geçersiz sayıldığı anlaşılmaktadır. Ur-Nammu kanun metnin 8. maddesinde ‘‘Eğer sözleşme metni yoksa evlilik meşru değildir.’’ denilmektedir. Eşnunna kanunun 27. maddesinde de ‘‘Eğer sözleşme metni yapılmamışsa, kız adamın evinde 1 yıl otursa dahi onun karısı değildir. ’’ 28. madde de ise ‘‘ Mukavele özetini ve mukaveleyi kızın anne ve babasına yapmış ise onun karısıdır.’’ hükmü yer alır. Yani bir sözleşmeyi kadının annesi ya da babası dahi yapmış o olsa evlilik kabul edilecektir. Ama sözleşmesiz ne kadar uzun süre birlikte yaşanırsa yaşansın o evlilik sayılmayacak, kadın zevce sayılmayacaktır.  Hammurabi kanunun 128. maddesinde ise ‘‘Eğer bir adam bir kadın alır fakat sözleşmesini yapmazsa, o kadın zevce değildir.’’ denilerek evlilik yapılan sözleşme ile garanti altına alınmak istenmiştir. Ancak bu noktada kadının satın alınması, köleleştirilmesi gibi sorunların çıkması da göz ardı edilemez. Bu nedenle kadınlara aile hukuku çerçevesinde verilen haklar bir yandan onları özgür kılarken bir yandan da eve hapsediyor mu sorusuyla karşılaşıyoruz.
Ataerkil Mezopotamya’nın aile içinde yansıması olarak kadın için ikinci sınıf diyebiliriz. Babanın ölümü durumunda aile reisliği evin en büyük erkek çocuğuna geçerdi. Ancak çocuklar aileyi yönetemeyecek kadar küçük yaşta ise ‘’babalık’’ yetkisi anneye verilmekteydi. Yaşlılıkta anne-babaya destek olması, ölümden sonra tanrılara dua ederek ebeveynlerin ruhlarını beslemek ve en önemlisi soyun devamlılığı açısından kadının erkek çocuk doğurması büyük önem taşımaktaydı.  Bu nedenle çocuksuz evlilikler Mezopotamya’ da en yaygın boşanma sebepleri olarak görülmektedir. Bununla birlikte kanunlar erkeğe, evliyken bile kadın kölelerin çocuklarını ’’evlat edinme’’ hakkı verdiği için çocuksuzluk her zaman ayrılıkla sonuçlanmayabilirdi. Kadının kendine ait köle kadınlardan birini cariye olarak kocasına kendi elleriyle sunması ve ondan olacak çocuğu kendi çocuğu gibi büyütmesi de Mezopotamya’ da kadının çocuksuzluk yüzünden bitecek evliliğini kurtarmak için bulduğu en yaygın çözümlerden biridir. Bu yüzden de kadının evine alacağı köle rahip sınıfından seçebiliyordu. Yani kadın rahibe ya da özgür olsun, soyun devamlığını sağlaması için erkeğe, bir erkek evlat vermesi için alınandı.
Evlilikler tek eşliliğe dayanıyordu fakat kadının çocuk veremediği durumlarda alınan ikinci eş için kocanın ilk hanımın geçimini sürdürmek gibi bir sorumluluğu yoktu. Ancak eski karısı evde kalıyorsa, onun evindeki konumunu yeni geline karşı koruması gerekiyordu. Hammurabi kanunun 145. Maddesi buna güzel bir örnektir ‘‘Eğer bir adam naditum ile evlenirse ve o naditum kocasına çocuk temin etmezse ve o adam sagitum ile evlenmeyi kafasına korsa o adam sagitumu alacaktır… Fakat sagitum, naditum ile yarışmayacaktır.’’
Ayrılma hakkı sanki erkeğe özgü bir hakmış gibi düzenlenmiş ve buna göre yaptırımlar hazırlanmıştı. Evlenirken sözleşmesi olmayan birlikteliklerin sayılmadığı Mezopotamya dünyasında ayrılmak için ise sadece ''sen benim karım değilsin’’ denmesi yetiyordu. Bununla birlikte kadının evlilikten, kocasını reddederek, ona ''sen benim kocam değilsin’’ diyerek ayrılması söz konusu bile olamazdı. Bu tür bir istekte bulunan Mezopotamyalı bir kadına nehre atılarak boğulma’’ cezası verilmekteydi. Nehir, adalet tanrısı ve yüksek hakimdi. Dolayısıyla, suçluysa, nehir onu zapt eder ve boğardı; fakat suçsuz ise su üstüne çıkmasıyla kadının temiz olduğuna inanılırdı.
Her türlü çözüme rağmen çocuğu olmayan kadın boşanacaksa, baba evinden getirdiği çeyizini ve damada verilen başlık parası kadar gümüşü alarak boşanırdı.
''Eğer bir adam kendisine çocuk doğurmayan karısını bırakırsa, başlığı kadar gümüş ona ödeyecek, babasının evinden getirdiği çeyizi ona tam olarak verecek ve onu öyle boşayacaktır.’’ [3]
Çocukları olan bir adamın boşanma isteği sonucunda erkeğin karısına çeyizini vermesinin yanı sıra, çocukların hakkı olan malın yarısı da çocuklarını büyütmesi için kadına verilmek zorundaydı. Çocuklar büyüdükten sonra kadının maldan hakkına düşen payı alıp, istediği biri ile evlenilmesi Hammurabi Kuralları’ nın ilginç noktalarından biridir.
''Eğer bir adam, ona çocuk doğuran bir ‘sugitumu’ veya ona bir çocuk temin eden bir ‘naditumu’ boşamaya karar verirse, o kadına çeyizi geri verilecek ve tarlanın, bahçenin, mal ve mülkün yarısı ona verilecek, o da evlatlarını büyütecektir. Çocuklarını büyüttükten sonra, çocuklarına maldan varismiş gibi bir kendisine verilip, gönlünün istediği bir kocaya varacaktır.’’ [4]Evlilik sonrası eşlerin birbirini aldatması da çeşitli cezalarla sonuçlanmaktaydı. Özellikle kadının kocasını aldatması affedilemez bir olaydı ve bu durumun cezası da nehre atılmak ya da kazığa oturtulmaktı.
''Eğer bir adamın karısı, başka bir erkekle yatarken yakalanırsa; onları birlikte bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının sahibi karısını yaşatırsa, kral da kölesini yaşatacaktır.’’(Hammurabi Kanunları 129. madde)
''Eğer bir adamın karısı ikinci bir erkek için kocasını öldürtürse, o kadın kazığa oturtulacaktır.’’ [5]
Evli bir kadının namuslu olmasının yanı sıra; evine, eşine ve çocuklarına düşkün olması, kocasının malını koruyup kollaması gerektiği beklenirdi. Kadını eve bağlayan ve aksi durumlarda cezalandıran bu durum Hammurabi kanunlarında şu şekilde belirtilmiştir:
''Eğer kadın kendini ve evini gözetmezse ve sokağa düşkünse, evini dağıtıyor, kocasını küçük düşürüyorsa kadını suya atacaklardır.’’ [6]
Bununla birlikte, karısına ve evine yeterli özeni göstermeyen, sokağa düşkün olan koca karşısındaki kadının Hammurabi Kanunları ile koruma altına alınarak mağdur edilmediğini de vurgulamamız gerekir.
''Eğer bir kadın kocasından nefret edip sen beni karılığa alamazsın derse, onun kayıtları bölgesinden incelenecek. Eğer kadın dikkatli ise ve kabahati yoksa ve kocası çıkmaya düşkünse, onu küçük görüyorsa, o kadının kabahati yoktur, çeyizini alıp babasının evine gidecektir.’’ [7]
Evliliği sırasında hastalığa yakalanmış kadına, kocası bir ömür boyu bakmakla yükümlü tutulmuş, fakat eşinin hastalığından dolayı ikinci bir kadın alma hakkı da verilmiştir. Burada yine göze çarpan toplumdaki ataerkil yapı ve çocuğun önemidir. Ki soyun devamı ve erkeklik göstergesi olarak özellikle bir erkek evlat Mezopotamya toplumlarında oldukça mühimdir.
''Eğer bir adam bir kadınla evlenir, kadını ağır bir hastalık yakalarsa, ikinci biriyle evlenmeye karar verip evlenirse, ağır hastalığa tutulan karısını boşamayacaktır, yaptığı evde oturacaktır. Sağ kaldıkça ona bakacaktır.’’ [8]
Aldatmaların dışında tecavüz, zina ve akrabalarla cinsel münasebetler de Hammurabi Kanunlarında yerini bulmuştur. Evli olan ama babasının evinde oturan kadına tecavüz eden bir adamın cezası ölümdür. Kızı ile cinsel ilişkiye giren babanın suçu ispat edilirse yalnızca şehirden atılması uygun görülürken; oğluna gelin olarak seçtiği kızla cinsel ilişkide bulunan kayınpeder nehre atılma cezasına çarptırılıyordu. Burada ilginç olan gelin ile ilişkiye giren kayınpederin kararı nehre bırakılıyor nehir suçlu bulursa boğuyor ya da affedebiliyordu.
Ataerkil yapının gerektirdiklerinin hukuk kurallarına yansımasını gördüğümüz diğer bir nokta ise mirastır. Bir ailede baba ölünce miras oğullarına kalır. Eğer baba bir erkek evlada sahip değilse damadını evlat edinir ve miras artık onun olurdu. Güney Mezopotamya’ da uygulama, kalan mirası en büyük erkek çocuğa vermeyi uygun görürken; Kuzey Mezopotamya’ daki mal mülk paylaşımı erkek çocukları arasında eşit bir şekilde yapılmaktadır. Babanın oğlu veya evlat edinebileceği bir damadı yok ise miras erkek akrabalar arasında bölüştürülür. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kız çocuklarının mirastan yararlanamayışıdır. Onların sadece çeyizleri mirastır. Eğer bir mirastan hakkına pay için mühürlü bir belge düzenlenmişse mirastan hak sahibi olabiliyorlardı. Kocasından kalan mirası kadın, sadece istediği bir çocuğuna verebilmekteydi. 
''Eğer bir adam karısına tarla, bahçe, ev ya da mal hediye eder, belge düzenlerse, kocasından sonra çocukları hak iddia etmeyeceklerdir. Anne terekesini sevdiği çocuğuna verecek, başkasına vermeyecektir.’’ [9]
Kız çocuklarının mirasçı olma durumları, kızların sahip oldukları özel statüye göre değişmekteydi. Tapınakta naditum olan bir kıza, ''eğer bir baba, Babil’ li Marduk’ un naditu’ su olan kızına çeyiz vermezse, mühürlü bir belge ona yazmazsa, baba kaderine gittiğinde baba evi malından kardeşleri ile birlikte 1/3 hisse bölüşecektir. Tımar sorumluluğunu yüklenmeyecektir. Marduk naditu’ su terekesini istediğinde verecektir’’ 182. maddede kaleme alınmış olan hüküm çerçevesinde mirastan pay verilirken; ''eğer bir baba, sugitum olan kızını kocaya verirken çeyiz verir ve mühürlü belge yazarsa, baba öldüğü zaman baba evi malından hisse almayacaktır’’ şeklinde tamamlanmış 183. madde nedeniyle sugitum olan bir kızın mirastan pay alması söz konusu değildir. 
Babil’ de ise kadınların tek sahip oldukları mal olan çeyiz ve başlık parası, çocuklara miras olarak kalmaktaydı.
''Eğer bir adam bir kadınla evlenirse, ona çocuk doğurursa ve o kadın kaderine giderse, baba çeyiz üzerinde hak iddia edemeyecek, çeyiz çocuklarınındır.’’ [10]Asur’ da bu durum benzer şekilde uygulanmaktaydı. Kocası ölen bir kadının çeyizi ve takıları çocuklarına kalırdı; eğer çocukları yoksa sözü edilen mallar kadının olurdu.
''Eğer babasının evinde oturan ve kocası ölmüş olan bir kadın, kocasının taktığı bütün takıları, eğer kocasının çocukları varsa, çocuklar alacaktır.’’ [11]          Tüm bu haklarının yanı sıra erkekler gibi kadınlar da köle olarak alınıyor, satılıyor ve çeşitli işlerde kullanıyordu. Kanunlarda isimleri geçmesine rağmen hiçbir hakları da yoktu üstelik. Kadın köleler daha çok erkeklere ikinci eş olarak alınıyor ve ev işlerinde kullanılıyordu. Alınan köle aynı evde yaşasa bile ilk kadınla yarışamazdı. Görevi öncelikli çocuk doğurmaktı.


1.2 TASVİRLİ SANAT ESERLERİNDE KADIN VE RAHİBELİK
Tasvirli sanat eserlerinde kadın ya da farklı görevlerdeki erkekleri incelediğimizde, ikonografik açıdan kadınlar bir aile kurumu, bereket, ocak gibi temsiller ifade ederken, erkekler çıplak ya da yarı çıplak tasvirleriyle rahip, rahip-kral, ya da rahip yardımcıları, hadımları ifade edebilmektedirler. Tüm bu kadın, erkek tasvirlerine duvar resimleri, kült kapları, vazolar, adak heykelleri üzerinde rastlayabilmekteyiz.
Yazılı metinlere ve tasvirlere rağmen, rahibeleri teşhis etmek kolay değildir. Tasvirlerdeki çıplak kadın figürleri rahibe olarak düşünülse de bereketle de ilgili olabilmektedir. M.Ö. 1600 yıllarına ait İnandık vazosu (res-1) ritüel seks sahnesinde gördüğümüz rahip ve rahibeler, bir sunak üzerindeki sunular, yapılan libasyon, boğa kurbanı ve kutsal bir ziyafet kutlaması ve bununla ilgili hazırlıkları tasvir eder; taşınabilir lirleri çalan erkek müzisyenler, iki saz çalan erkek, tef ya da zil çalan kadınlar ve en üst frizde de iki akrobat görülmektedir.
Uruk dönemi mühürlerinde bir rahip-kral varsa kadın da rahibe-kraliçe olarak tasvir edilir ve genellikle kadın kamış demeti, erkek buğday demeti tutmaktadır. Bu da toplumda eşit statüyü göstermektedir.
Tel-Asmar’da bulunan eser saptanamayan cinsiyeti, sakalsız, uzun saçlı, şalvar giymiş  tasviriyle saray içoğlanlarını akıla getirmektedir.
Mari’ de bulunan eserlerde kadın figürler, kubbe biçimli başlık takmaktadı . Suriye ve Anadolu’da daha sonraki bir gelenek kubbe biçimli başlıkların Kibele ve onun rahibeleri ile ilişkili olduğu düşünülmektedir.
       

SONUÇ
 Mezopotamya toplumlarında aktif rol oynayan kadınların inanç sistemine dayalı olarak hiyerarşik bir biçimde şekillendikleri görülmektedir. Sosyal ve ekonomik hayatta görülen rahibelerden sonra hür kadınlar (köylüler ve zanaatkarlar) ve , köleler şeklinde bir sıralamanın görüldüğü Mezopotamya topraklarında, bu sosyal-sınıfsal farkları da yine kendi aralarında hiyerarşik olarak farklı gruplara ayırabiliyoruz. Ve oluşturulan kanunlar da bu çerçeve de şekilleniyor. Kanunların ne derece kadınları koruduğu ve ne derece özgür kıldığı, kadın- erkek eşitliğini sağladığı tartışmalıdır. Bir kısım rahibe evlenip doğum yapabilme hakkına sahipken, bir kısmı bu haklardan yoksundur, ya da bir bölümü özel mülk alabilirken, diğerleri bunlardan mahrumdur. Üstelik kadının haklarını ortaya koyan maddeler tamamen onun doğurganlık özelliğiyle ilgilidir. Kadının çocuklu ya da çocuksuz olma durumuna göre kendisine kalacak mirası bazen sadece çeyizi olabiliyor. Bütün bu yaptırımlar ataerkil aile yapısının kanunlara yansımış halidir. Ancak ne olursa olsun kadının tapınak, saray ve mabedlerde erkeklerle birlikte görev alıyor olmaları, eşitlikçi bir sistem için adımların atılmış olduğunun göstergesidir.
Ritüel işler yapan kadın ve erkeklere dair  tasvirli sanat eserleri bulunmasına rağmen, bu tasvirlerin statülerini belirlemek zordur. Ancak tasvirler ile belirli tanımlamalar yapmak mümkün olup, toplumsal yapıyla bağlantı kurulabilmektedir.










GÜLÇİN KÖRÜKCÜ


KAYNAKÇA

COLLON D. (2004). Eski Yakındoğu’da Rahip Ve Rahibe Tasvirleri (F.Sevinç Çev.), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 44, 2; 79-110, Ankara
ÇAĞIRGAN G. (1990). ‘‘Mezopotamya’da Kutsal Evlilik’’, 10. Türk Tarih Kongresi Bildirileri; Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları
ÇIĞ M. İ (2003). ‘‘Tarihte İlk Kadın Şair’’, Ortadoğu Uygarlık Mirası; İstanbul: Karnak Yayınları
KILIÇ Y. (2005). ‘‘ Eski Mezopotamya ve Anadolu Topraklarında Kadının Sosyal Durumu’’, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi; 1-2, Ankara; 31-41
KILIÇ Y. – DUYMUŞ H. H. (2009) ‘‘ Eski Mezopotamya’da Din kadınları (Rahibeler)’’, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 160-175
OKSAÇAN H.E. (2012) Eşcinselliği Toplumsal Tarihi, İstanbul: Tekin Yayınları; 121-125
TOSUN M. – YALVAÇ K. (1989). Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi- suduqa Fermanı, Ankara; Türk Tarih Kurumu Yayınları


[1] ( Hammurabi Kanunları, mad.127 )
[2]  (TOSUN M. – YALVAÇ K. (1989). Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi- suduqa Fermanı, 195)
[3] (Hammurabi Kanunları 138. madde)
[4] (Hammurabi Kanunları 137. madde)
[5] (Hammurabi Kanunları 153. madde)
[6] (Hammurabi Kanunları 143. madde)
[7] (Hammurabi Kanunları 142. Madde)
[8] (Hammurabi Kanunları 148. Madde)
[9] (Hammurabi Kanunları 150. madde)

[10] (Hammurabi Kanunları 162. madde)

[11] (Orta Assur Kanunları, 26. madde) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder