Antik çağlarda
doğanın oluşturduğu afetleri açıklayamayan insanlar bunlara farklı anlamlar
yüklemişler, korku, sevinç, dilek gibi soyut durumların yanı sıra doğum, ölüm,
hastalık, yangın gibi durumlarda da sığınacak büyük bir güç aramışlardır.
Paleolitik çağlardan süregelen bu ihtiyaç tanrı, tanrıça oluşumuna neden
olmuştur. Eskiçağ insanının hayatıyla bütünleşen bu inanç sistemi, o dönemin
birçok toplumunda binlerce yıl varlığını sürdürerek, tek tanrılı dinlerin
doğmasına kadar devam etmiştir.
1.1 MEZOPOYAMYA’DA
KADIN ve RAHİBELİK
Diğer antik toplumlar gibi Mezopotamya toplumları da çok tanrılı inanç sistemine sahipti. Asur, Babil, Sümer ve Akad toplumlarında ortaya çıkan mitolojilerde, tanrının yanı sıra tanrıçanın da olması, bize kadının toplum içindeki statüsüyle ilgili bilgiler vermektedir. Sümer’lerin İnanna’sı, Ninmah’ı, Queen’i, Akadlar’ın İştarı, Babil’in Tiamat’ı ve daha niceleri kadınların Mezopotamya mitolojisinde ve toplum hayatında önemli görevlerde olduğunu göstermektedir. Çünkü bu Mezopotamya mitlerinden insanların tanrılarla sıkı ilişkilerde olduklarını biliyoruz. Tanrı Dommuzi ve Tanrıça İnanna’nın her sene belirli dönemlerde olan birleşmesi sadece kutsal evlilik anlamına gelmiyordu aynı zamanda baharı ve bereketi de temsil ediyordu. Yalnız mitolojide değil elbette sosyal alanda da kadın önemli bir yer tutuyordu. Çünkü kadın sadece doğurganlık ve bereket demek değildi. Bunların yanında bilgi ve tecrübe de demekti. Öyle ki devam eden zaman zarfında tanrıyı temsil eden kral ile tanrıçayı temsil eden rahibelerin birleşimi Sümerlerde kendisini gösteriyor ve bu sayede hem kutsal evliliğin sembolik olarak devamlılığı sağlanıyor hem de baharın gelişi kutlanıyordu. Böylelikle paleolitik devirlerde başlayan tanrı-tanrıça arayışı ve neolitikte ‘‘ana tanrıça’’ terimiyle kadın bedeninde yer bulan kutsallaştırma çabası M.Ö 3000’lere gelindiğinde Sümerler ile baş rahibelere dönüşüyordu. Öyle ki Akad Kralı Sargon, şiirinin ilk dizelerine:
Diğer antik toplumlar gibi Mezopotamya toplumları da çok tanrılı inanç sistemine sahipti. Asur, Babil, Sümer ve Akad toplumlarında ortaya çıkan mitolojilerde, tanrının yanı sıra tanrıçanın da olması, bize kadının toplum içindeki statüsüyle ilgili bilgiler vermektedir. Sümer’lerin İnanna’sı, Ninmah’ı, Queen’i, Akadlar’ın İştarı, Babil’in Tiamat’ı ve daha niceleri kadınların Mezopotamya mitolojisinde ve toplum hayatında önemli görevlerde olduğunu göstermektedir. Çünkü bu Mezopotamya mitlerinden insanların tanrılarla sıkı ilişkilerde olduklarını biliyoruz. Tanrı Dommuzi ve Tanrıça İnanna’nın her sene belirli dönemlerde olan birleşmesi sadece kutsal evlilik anlamına gelmiyordu aynı zamanda baharı ve bereketi de temsil ediyordu. Yalnız mitolojide değil elbette sosyal alanda da kadın önemli bir yer tutuyordu. Çünkü kadın sadece doğurganlık ve bereket demek değildi. Bunların yanında bilgi ve tecrübe de demekti. Öyle ki devam eden zaman zarfında tanrıyı temsil eden kral ile tanrıçayı temsil eden rahibelerin birleşimi Sümerlerde kendisini gösteriyor ve bu sayede hem kutsal evliliğin sembolik olarak devamlılığı sağlanıyor hem de baharın gelişi kutlanıyordu. Böylelikle paleolitik devirlerde başlayan tanrı-tanrıça arayışı ve neolitikte ‘‘ana tanrıça’’ terimiyle kadın bedeninde yer bulan kutsallaştırma çabası M.Ö 3000’lere gelindiğinde Sümerler ile baş rahibelere dönüşüyordu. Öyle ki Akad Kralı Sargon, şiirinin ilk dizelerine:
“Ben Agade’nin kralı
büyük kral Sargon!
Annem yüksek bir rahibe idi…”demektedir.
Babil kralı Hammurabi kanunlarında ise ‘‘Eğer her hangi bir kişi rahibelere ya da her hangi bir
kişinin karısına iftira atarsa ve bunu ispat edemezse bu adam hakim huzuruna
çıkarılır ve alnı işaretlenir’’ [1]denilmektedir.
Böylelikle rahibeliğin bir meslek ve mertebeye dönüştüğü, tapınaklarda görev
yapan rahibe kadınların hukuk kurallarınca korunduğu, ancak diğer din
kadınlarından farklı oldukları da anlaşılmaktadır. Yani Mezopotamya din kadının,
toplumun sosyal ve dini yapısı içerisinde yeri ve önemi ortaya çıkmaktadır. Hammurabi
kanunlarında bu rahibeleri entum, nāditum, qadištum, kulmašitum, šugitum gibi
farklı isimlerle görüyoruz. Öyleyse bu farklı grupların farklı statüleri ve
işlevleri olmalıdır. Rahibeler arası hiyerarşiyi gösteren entum, Akatça yüksek
rahip demek olup evlenebilme hakkına sahiptiler. Entumlar kral kızları ve asil
ailelerden seçiliyor, baş rahibelik yapıyor, kıyafetleri ve takılarıyla diğer
rahibelerden farkları kolayca anlaşılıyordu. Naditum terimi ise Akad, Eski ve
Orta Babil dönemlerinde Tanrı’nın hizmetindeki kadın anlamında kullanılmıştır.
Erkek tanrılara adanmış bu kadınlar genellikle evlenmiyorlar, evlendikleri
takdirde ise çocuk doğurmaları kesinlikle yasaklanıyordu. Ancak evlatlık
alabilme hakları vardı. Bunun yanında naditumlar tımar alıp satabiliyorlardı.
Üstelik entumlar gibi tapınakta yaşamaları da zorunlu değildi. Ve bu iki sınıf
rahibenin meyhane açma ya da meyhaneye gitmeleri yasaklanmıştı. ‘‘Eğer
manastırda oturmayan bir naditum, bir entum bir bira evi (meyhane) açar veya
bira içmek için bira evine girerse o kadını yakalayacaklardır.’’ [2]
Qadistumlar ise Eski Babil Devleti döneminde hakları kanunlarla belirlenen,
diğer din kadınlarıyla birlikte anılırlar. Tanrıça İnanna’nın bir ünvanı olan
Sümerce NU.GİG kelimesi bu rahibeler için kullanılmıştır ve qadistumlar mal
mülk sahibi olabilir, evlenebilir, çocuk doğurabilirler ve çocuk bakıcılığı
yapabilirlerdi. Daha çok evlerde, doğum törenlerinde, çocuk bakıcılığı gibi
görevlerle karşılaştığımız Qadistumlar belirli süre tapınak hizmeti yaptıktan
sonra manastıra çıkabiliyor ve görev sürelerini kutsal evlilik belirliyordu.
Onlar gibi özel görevlere adanmış diğer rahibeler ise Kulmasitumlar idi. Genel
olarak mabed hizmetinde bulunuyorlardı. SAL.ZİKRUMlar ise Tapınaklardan çok
saray ve mabed görevlisi olarak yorumlanmakta ve Akatça kadın- erkek olarak
ifade edilmektedir. Uruk’ta düzenlenen eğlence törenlerinde kadınların erkek,
erkeklerinde kadın kılığına girmesi gibi midir acaba bu kadın-erkek’ler yoksa
ataerkil Mezopotamyası’nın erkeklik görevini yerine getir(e)meyen erkekler (
saray iç oğlanları, hadımlar vs. ) midir?
Bu
verileri daha da derinleştirecek olursak tapınak veya saray
rahibelerinin başlangıçta, evlilik haklarının bulunmadığını söyleyebiliriz.
Onlar, erkeklerle cinsel ilişki yükümlülüğünde olan ve bir tek erkeğe ait
olamayacak olan 'genel kadın'lardı. Ataerkil Mezopotomya topraklarında tek gaye
erkeği memnun etmek ve istediği zaman ona çocuk vermekti. Soyun devamlılığı
için özellikle erkek çocuk çok önemliydi. Buna karşılık, Hammurabi döneminde
ise, rahibelerin en azından bir bölümü, tek bir erkekle evlenebilme hakkına
kavuşmuştur. Bu yasalara göre, Sugitumlar, doğurduğu çocuğu kocasına veriyor
yani 'kocasına çocuk doğurmak'taydı. Fakat, eski geleneklerin onlar üzerinde
toparlanmış gibi göründüğü Naditum olarak adlandırılan rahibeler, evlenebiliyor
olsalar da, ya onların çocuk yapma yenetekleri ortadan kaldırılmıştı (belki
kısırlaştırılıyorlar belki de sadece yasaklanıyordu), ya da doğurdukları çocukları
kocalarına değil, ait olduğu toplum birimine veya tapınak ya da manastırlara
devretmek zorundaydılar. Akad Kralı Sargon’un
‘‘ Ben Agade’nin kralı
büyük kral Sargon!
Annem yüksek bir rahibe idi,
babamı bilmiyorum.
Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu ’’ sözlerinden bu durumu daha iyi anlayabiliyoruz. Öyle ki Sargon’un yüksek rahibe annesi, öldürülmemesi için onu gizlice doğurmak zorunda kalmıştır ve sepet içerisine koyup nehre bırakmıştır. Süreç içinde asıl halini alan, bir kadının, kocasına çocuk verme yükümlülüğü, Naditum olan kutsal fahişenin, bir köle aracılığıyla, 'kocasına çocuk temin etmek' yükümlülüğü biçimiyle aşılmış gibidir. Bu bakımdan, Sümer-Babil toplumunda, 'çocuk doğurmak' (waladu) ile 'çocuk temin etmek' (rasu) birbirinin tersi, zıddı iki kavram olarak yasa diline girmişti. 'Çocuk doğurmak' ve 'çocuk temin etmek' terimleri, bu yasa metinlerinde itina ile birbirinden ayrılmış ve farklı fiiller olarak kullanılmıştır. Hammurabi Yasaları, 'doğurmak' ve ' temin etmek' farklı fiillerini yan yana kullandığı bir hükümde şöyle demekteydi:
büyük kral Sargon!
Annem yüksek bir rahibe idi,
babamı bilmiyorum.
Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu ’’ sözlerinden bu durumu daha iyi anlayabiliyoruz. Öyle ki Sargon’un yüksek rahibe annesi, öldürülmemesi için onu gizlice doğurmak zorunda kalmıştır ve sepet içerisine koyup nehre bırakmıştır. Süreç içinde asıl halini alan, bir kadının, kocasına çocuk verme yükümlülüğü, Naditum olan kutsal fahişenin, bir köle aracılığıyla, 'kocasına çocuk temin etmek' yükümlülüğü biçimiyle aşılmış gibidir. Bu bakımdan, Sümer-Babil toplumunda, 'çocuk doğurmak' (waladu) ile 'çocuk temin etmek' (rasu) birbirinin tersi, zıddı iki kavram olarak yasa diline girmişti. 'Çocuk doğurmak' ve 'çocuk temin etmek' terimleri, bu yasa metinlerinde itina ile birbirinden ayrılmış ve farklı fiiller olarak kullanılmıştır. Hammurabi Yasaları, 'doğurmak' ve ' temin etmek' farklı fiillerini yan yana kullandığı bir hükümde şöyle demekteydi:
‘‘137 -Eğer bir adam, ona çocuk doğuran bir
Sugitum'u veya ona çocuk temin eden bir Naditum 'u boşamaya karar verirse,
...."
Demek
ki, Sugitum, kocasına 'çocuk doğuran', Naditum ise kocasına 'çocuk temin eden'
kutsal kadın idi. Naditum olan kutsal fahişenin, 'doğurmak' değil, 'çocuk temin
etmek' yükümlüsü olduğu, Hammurabi yasalarında yinelenmektedir:
"
145 -Eğer bir adam bir Naditum ile evlenirse ve (Naditum) ona çocuk temin
etmezse....’’
Kocasına
çocuk temin etme yükümlülüğünü Naditum, parasını kendi ödeyerek sahip olduğu kölenin,
kocasından çocuk doğurmasını sağlayarak yerine getiriyordu. Yani bir Naditum'un
kölesinin doğurduğu çocuk, Naditum'un 'kocasına temin ettiği çocuk' olmaktadır.
Kölesinin, Naditum'un kocasından doğurduğu çocuk, toplumun akrabalık kavramları
uyarınca, bizzat Naditum'un da çocuğu idi.
Çocuk doğurmak
ya da çocuk sahibi olmak bu kadar önemliyken aile ve evlilik yapısıyla ilgili
düzenlemeler de yapılmıştı elbette. Bu yüzdendir ki sadece din kadınları ile
ilgili değil diğer kadınlar ile ilgili de kanunlar Mezopotamya’da
görülmektedir. Böylelikle Mezopotamya kadınının aile içerisindeki yeri
meşrulaştırılmış ve sağlamlaştırılmıştır. Yapılan kanunlardan Mezopotamya kadınının
bir sözleşme ile alındığı, bu sayede evliliklerin meşru kılındığı ve sözleşmesi
olmayan evliliklerin geçersiz sayıldığı anlaşılmaktadır. Ur-Nammu kanun metnin
8. maddesinde ‘‘Eğer sözleşme metni yoksa evlilik meşru değildir.’’ denilmektedir.
Eşnunna kanunun 27. maddesinde de ‘‘Eğer sözleşme metni yapılmamışsa, kız
adamın evinde 1 yıl otursa dahi onun karısı değildir. ’’ 28. madde de ise ‘‘
Mukavele özetini ve mukaveleyi kızın anne ve babasına yapmış ise onun
karısıdır.’’ hükmü yer alır. Yani bir sözleşmeyi kadının annesi ya da babası
dahi yapmış o olsa evlilik kabul edilecektir. Ama sözleşmesiz ne kadar uzun
süre birlikte yaşanırsa yaşansın o evlilik sayılmayacak, kadın zevce
sayılmayacaktır. Hammurabi kanunun 128.
maddesinde ise ‘‘Eğer bir adam bir kadın alır fakat sözleşmesini yapmazsa, o
kadın zevce değildir.’’ denilerek evlilik yapılan sözleşme ile garanti altına
alınmak istenmiştir. Ancak bu noktada kadının satın alınması, köleleştirilmesi
gibi sorunların çıkması da göz ardı edilemez. Bu nedenle kadınlara aile hukuku
çerçevesinde verilen haklar bir yandan onları özgür kılarken bir yandan da eve
hapsediyor mu sorusuyla karşılaşıyoruz.
Ataerkil Mezopotamya’nın aile içinde yansıması
olarak kadın için ikinci sınıf diyebiliriz. Babanın ölümü durumunda aile
reisliği evin en büyük erkek çocuğuna geçerdi. Ancak çocuklar aileyi
yönetemeyecek kadar küçük yaşta ise ‘’babalık’’ yetkisi anneye verilmekteydi.
Yaşlılıkta anne-babaya destek olması, ölümden sonra tanrılara dua ederek ebeveynlerin
ruhlarını beslemek ve en önemlisi soyun devamlılığı açısından kadının erkek
çocuk doğurması büyük önem taşımaktaydı. Bu nedenle çocuksuz evlilikler Mezopotamya’
da en yaygın boşanma sebepleri olarak görülmektedir. Bununla birlikte kanunlar
erkeğe, evliyken bile kadın kölelerin çocuklarını ’’evlat edinme’’ hakkı
verdiği için çocuksuzluk her zaman ayrılıkla sonuçlanmayabilirdi. Kadının
kendine ait köle kadınlardan birini cariye olarak kocasına kendi elleriyle
sunması ve ondan olacak çocuğu kendi çocuğu gibi büyütmesi de Mezopotamya’ da
kadının çocuksuzluk yüzünden bitecek evliliğini kurtarmak için bulduğu en
yaygın çözümlerden biridir. Bu yüzden de kadının evine alacağı köle rahip
sınıfından seçebiliyordu. Yani kadın rahibe ya da özgür olsun, soyun
devamlığını sağlaması için erkeğe, bir erkek evlat vermesi için alınandı.
Evlilikler tek eşliliğe dayanıyordu fakat
kadının çocuk veremediği durumlarda alınan ikinci eş için kocanın ilk hanımın
geçimini sürdürmek gibi bir sorumluluğu yoktu. Ancak eski karısı evde
kalıyorsa, onun evindeki konumunu yeni geline karşı koruması gerekiyordu.
Hammurabi kanunun 145. Maddesi buna güzel bir örnektir ‘‘Eğer bir adam naditum
ile evlenirse ve o naditum kocasına çocuk temin etmezse ve o adam sagitum ile
evlenmeyi kafasına korsa o adam sagitumu alacaktır… Fakat sagitum, naditum ile
yarışmayacaktır.’’
Ayrılma hakkı sanki erkeğe özgü bir hakmış gibi
düzenlenmiş ve buna göre yaptırımlar hazırlanmıştı. Evlenirken sözleşmesi
olmayan birlikteliklerin sayılmadığı Mezopotamya dünyasında ayrılmak için ise sadece
''sen benim karım değilsin’’ denmesi yetiyordu. Bununla birlikte kadının
evlilikten, kocasını reddederek, ona ''sen benim kocam değilsin’’ diyerek
ayrılması söz konusu bile olamazdı. Bu tür bir istekte bulunan Mezopotamyalı
bir kadına nehre atılarak boğulma’’ cezası verilmekteydi. Nehir, adalet tanrısı
ve yüksek hakimdi. Dolayısıyla, suçluysa, nehir onu zapt eder ve boğardı; fakat
suçsuz ise su üstüne çıkmasıyla kadının temiz olduğuna inanılırdı.
Her türlü çözüme rağmen çocuğu olmayan kadın
boşanacaksa, baba evinden getirdiği çeyizini ve damada verilen başlık parası
kadar gümüşü alarak boşanırdı.
''Eğer bir adam kendisine çocuk doğurmayan karısını
bırakırsa, başlığı kadar gümüş ona ödeyecek, babasının evinden getirdiği çeyizi
ona tam olarak verecek ve onu öyle boşayacaktır.’’ [3]
Çocukları olan bir adamın boşanma isteği
sonucunda erkeğin karısına çeyizini vermesinin yanı sıra, çocukların hakkı olan
malın yarısı da çocuklarını büyütmesi için kadına verilmek zorundaydı. Çocuklar
büyüdükten sonra kadının maldan hakkına düşen payı alıp, istediği biri ile
evlenilmesi Hammurabi Kuralları’ nın ilginç noktalarından biridir.
''Eğer bir adam, ona çocuk doğuran bir ‘sugitumu’ veya ona bir çocuk temin eden bir ‘naditumu’ boşamaya karar verirse, o kadına çeyizi geri verilecek ve tarlanın, bahçenin, mal ve mülkün yarısı ona verilecek, o da evlatlarını büyütecektir. Çocuklarını büyüttükten sonra, çocuklarına maldan varismiş gibi bir kendisine verilip, gönlünün istediği bir kocaya varacaktır.’’ [4]Evlilik sonrası eşlerin birbirini aldatması da çeşitli cezalarla sonuçlanmaktaydı. Özellikle kadının kocasını aldatması affedilemez bir olaydı ve bu durumun cezası da nehre atılmak ya da kazığa oturtulmaktı.
''Eğer bir adam, ona çocuk doğuran bir ‘sugitumu’ veya ona bir çocuk temin eden bir ‘naditumu’ boşamaya karar verirse, o kadına çeyizi geri verilecek ve tarlanın, bahçenin, mal ve mülkün yarısı ona verilecek, o da evlatlarını büyütecektir. Çocuklarını büyüttükten sonra, çocuklarına maldan varismiş gibi bir kendisine verilip, gönlünün istediği bir kocaya varacaktır.’’ [4]Evlilik sonrası eşlerin birbirini aldatması da çeşitli cezalarla sonuçlanmaktaydı. Özellikle kadının kocasını aldatması affedilemez bir olaydı ve bu durumun cezası da nehre atılmak ya da kazığa oturtulmaktı.
''Eğer bir adamın karısı, başka bir erkekle
yatarken yakalanırsa; onları birlikte bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının
sahibi karısını yaşatırsa, kral da kölesini yaşatacaktır.’’(Hammurabi Kanunları
129. madde)
''Eğer bir adamın karısı ikinci bir erkek için
kocasını öldürtürse, o kadın kazığa oturtulacaktır.’’ [5]
Evli bir kadının namuslu olmasının yanı sıra;
evine, eşine ve çocuklarına düşkün olması, kocasının malını koruyup kollaması gerektiği
beklenirdi. Kadını eve bağlayan ve aksi durumlarda cezalandıran bu durum
Hammurabi kanunlarında şu şekilde belirtilmiştir:
''Eğer kadın kendini ve evini gözetmezse ve sokağa
düşkünse, evini dağıtıyor, kocasını küçük düşürüyorsa kadını suya
atacaklardır.’’ [6]
Bununla birlikte, karısına ve evine yeterli
özeni göstermeyen, sokağa düşkün olan koca karşısındaki kadının Hammurabi
Kanunları ile koruma altına alınarak mağdur edilmediğini de vurgulamamız
gerekir.
''Eğer bir kadın kocasından nefret edip sen
beni karılığa alamazsın derse, onun kayıtları bölgesinden incelenecek. Eğer
kadın dikkatli ise ve kabahati yoksa ve kocası çıkmaya düşkünse, onu küçük
görüyorsa, o kadının kabahati yoktur, çeyizini alıp babasının evine
gidecektir.’’ [7]
Evliliği sırasında hastalığa yakalanmış kadına,
kocası bir ömür boyu bakmakla yükümlü tutulmuş, fakat eşinin hastalığından
dolayı ikinci bir kadın alma hakkı da verilmiştir. Burada yine göze çarpan
toplumdaki ataerkil yapı ve çocuğun önemidir. Ki soyun devamı ve erkeklik
göstergesi olarak özellikle bir erkek evlat Mezopotamya toplumlarında oldukça
mühimdir.
''Eğer bir adam bir kadınla evlenir, kadını ağır bir
hastalık yakalarsa, ikinci biriyle evlenmeye karar verip evlenirse, ağır
hastalığa tutulan karısını boşamayacaktır, yaptığı evde oturacaktır. Sağ
kaldıkça ona bakacaktır.’’ [8]
Aldatmaların dışında tecavüz, zina ve
akrabalarla cinsel münasebetler de Hammurabi Kanunlarında yerini bulmuştur.
Evli olan ama babasının evinde oturan kadına tecavüz eden bir adamın cezası
ölümdür. Kızı ile cinsel ilişkiye giren babanın suçu ispat edilirse yalnızca
şehirden atılması uygun görülürken; oğluna gelin olarak seçtiği kızla cinsel
ilişkide bulunan kayınpeder nehre atılma cezasına çarptırılıyordu. Burada
ilginç olan gelin ile ilişkiye giren kayınpederin kararı nehre bırakılıyor
nehir suçlu bulursa boğuyor ya da affedebiliyordu.
Ataerkil yapının gerektirdiklerinin hukuk
kurallarına yansımasını gördüğümüz diğer bir nokta ise mirastır. Bir ailede
baba ölünce miras oğullarına kalır. Eğer baba bir erkek evlada sahip değilse
damadını evlat edinir ve miras artık onun olurdu. Güney Mezopotamya’ da
uygulama, kalan mirası en büyük erkek çocuğa vermeyi uygun görürken; Kuzey
Mezopotamya’ daki mal mülk paylaşımı erkek çocukları arasında eşit bir şekilde
yapılmaktadır. Babanın oğlu veya evlat edinebileceği bir damadı yok ise miras
erkek akrabalar arasında bölüştürülür. Burada dikkat edilmesi gereken nokta,
kız çocuklarının mirastan yararlanamayışıdır. Onların sadece çeyizleri
mirastır. Eğer bir mirastan hakkına pay için mühürlü bir belge düzenlenmişse mirastan
hak sahibi olabiliyorlardı. Kocasından kalan mirası kadın, sadece istediği bir
çocuğuna verebilmekteydi.
''Eğer bir adam karısına tarla, bahçe, ev ya da mal hediye
eder, belge düzenlerse, kocasından sonra çocukları hak iddia etmeyeceklerdir.
Anne terekesini sevdiği çocuğuna verecek, başkasına vermeyecektir.’’ [9]
Kız çocuklarının mirasçı olma durumları,
kızların sahip oldukları özel statüye göre değişmekteydi. Tapınakta naditum
olan bir kıza, ''eğer bir baba, Babil’ li Marduk’ un naditu’ su olan kızına çeyiz
vermezse, mühürlü bir belge ona yazmazsa, baba kaderine gittiğinde baba evi
malından kardeşleri ile birlikte 1/3 hisse bölüşecektir. Tımar sorumluluğunu
yüklenmeyecektir. Marduk naditu’ su terekesini istediğinde verecektir’’ 182.
maddede kaleme alınmış olan hüküm çerçevesinde mirastan pay verilirken; ''eğer
bir baba, sugitum olan kızını kocaya verirken çeyiz verir ve mühürlü belge
yazarsa, baba öldüğü zaman baba evi malından hisse almayacaktır’’ şeklinde
tamamlanmış 183. madde nedeniyle sugitum olan bir kızın mirastan pay alması söz
konusu değildir.
Babil’ de ise kadınların tek sahip oldukları mal olan çeyiz
ve başlık parası, çocuklara miras olarak kalmaktaydı.
''Eğer bir adam bir kadınla evlenirse, ona çocuk doğurursa
ve o kadın kaderine giderse, baba çeyiz üzerinde hak iddia edemeyecek, çeyiz
çocuklarınındır.’’ [10]Asur’ da bu durum benzer
şekilde uygulanmaktaydı. Kocası ölen bir kadının çeyizi ve takıları çocuklarına
kalırdı; eğer çocukları yoksa sözü edilen mallar kadının olurdu.
''Eğer babasının evinde oturan ve kocası ölmüş olan bir
kadın, kocasının taktığı bütün takıları, eğer kocasının çocukları varsa,
çocuklar alacaktır.’’ [11] Tüm bu haklarının
yanı sıra erkekler gibi kadınlar da köle olarak alınıyor, satılıyor ve çeşitli
işlerde kullanıyordu. Kanunlarda isimleri geçmesine rağmen hiçbir hakları da
yoktu üstelik. Kadın köleler daha çok erkeklere ikinci eş olarak alınıyor ve ev
işlerinde kullanılıyordu. Alınan köle aynı evde yaşasa bile ilk kadınla
yarışamazdı. Görevi öncelikli çocuk doğurmaktı.
1.2 TASVİRLİ SANAT ESERLERİNDE KADIN VE RAHİBELİK
Tasvirli
sanat eserlerinde kadın ya da farklı görevlerdeki erkekleri incelediğimizde,
ikonografik açıdan kadınlar bir aile kurumu, bereket, ocak gibi temsiller ifade
ederken, erkekler çıplak ya da yarı çıplak tasvirleriyle rahip, rahip-kral, ya
da rahip yardımcıları, hadımları ifade edebilmektedirler. Tüm bu kadın, erkek
tasvirlerine duvar resimleri, kült kapları, vazolar, adak heykelleri üzerinde
rastlayabilmekteyiz.
Yazılı metinlere ve tasvirlere rağmen, rahibeleri teşhis etmek
kolay değildir. Tasvirlerdeki çıplak kadın figürleri rahibe olarak düşünülse de
bereketle de ilgili olabilmektedir. M.Ö. 1600 yıllarına ait İnandık
vazosu (res-1) ritüel seks sahnesinde gördüğümüz rahip ve rahibeler, bir sunak
üzerindeki sunular, yapılan libasyon, boğa kurbanı ve kutsal bir ziyafet
kutlaması ve bununla ilgili hazırlıkları tasvir eder; taşınabilir lirleri çalan
erkek müzisyenler, iki saz çalan erkek, tef ya da zil çalan kadınlar ve en üst frizde
de iki akrobat görülmektedir.
Uruk dönemi
mühürlerinde bir rahip-kral varsa kadın da rahibe-kraliçe olarak tasvir edilir
ve genellikle kadın kamış demeti, erkek buğday demeti tutmaktadır. Bu
da toplumda eşit statüyü göstermektedir.
Tel-Asmar’da
bulunan eser saptanamayan cinsiyeti, sakalsız, uzun saçlı, şalvar giymiş tasviriyle saray içoğlanlarını akıla
getirmektedir.
Mari’ de
bulunan eserlerde kadın figürler, kubbe biçimli başlık takmaktadı . Suriye ve Anadolu’da daha sonraki bir
gelenek kubbe biçimli başlıkların Kibele ve onun rahibeleri ile ilişkili olduğu
düşünülmektedir.
SONUÇ
Mezopotamya
toplumlarında aktif rol oynayan kadınların inanç sistemine dayalı olarak
hiyerarşik bir biçimde şekillendikleri görülmektedir. Sosyal ve ekonomik
hayatta görülen rahibelerden sonra hür kadınlar (köylüler ve zanaatkarlar) ve ,
köleler şeklinde bir sıralamanın görüldüğü Mezopotamya topraklarında, bu
sosyal-sınıfsal farkları da yine kendi aralarında hiyerarşik olarak farklı
gruplara ayırabiliyoruz. Ve oluşturulan kanunlar da bu çerçeve de şekilleniyor.
Kanunların ne derece kadınları koruduğu ve ne derece özgür kıldığı, kadın-
erkek eşitliğini sağladığı tartışmalıdır. Bir kısım rahibe evlenip doğum
yapabilme hakkına sahipken, bir kısmı bu haklardan yoksundur, ya da bir bölümü
özel mülk alabilirken, diğerleri bunlardan mahrumdur. Üstelik kadının haklarını
ortaya koyan maddeler tamamen onun doğurganlık özelliğiyle ilgilidir. Kadının
çocuklu ya da çocuksuz olma durumuna göre kendisine kalacak mirası bazen sadece
çeyizi olabiliyor. Bütün bu yaptırımlar ataerkil aile yapısının kanunlara
yansımış halidir. Ancak ne olursa olsun kadının tapınak, saray ve mabedlerde
erkeklerle birlikte görev alıyor olmaları, eşitlikçi bir sistem için adımların
atılmış olduğunun göstergesidir.
Ritüel işler
yapan kadın ve erkeklere dair tasvirli
sanat eserleri bulunmasına rağmen, bu tasvirlerin statülerini belirlemek
zordur. Ancak tasvirler ile belirli tanımlamalar yapmak mümkün olup, toplumsal
yapıyla bağlantı kurulabilmektedir.
GÜLÇİN KÖRÜKCÜ
KAYNAKÇA
COLLON D. (2004). Eski Yakındoğu’da Rahip Ve Rahibe
Tasvirleri (F.Sevinç Çev.), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi 44, 2; 79-110, Ankara
ÇAĞIRGAN G. (1990). ‘‘Mezopotamya’da
Kutsal Evlilik’’, 10. Türk Tarih Kongresi Bildirileri; Ankara, Türk
Tarih Kurumu Yayınları
ÇIĞ M. İ (2003). ‘‘Tarihte İlk Kadın
Şair’’, Ortadoğu Uygarlık Mirası; İstanbul: Karnak Yayınları
KILIÇ Y. (2005). ‘‘ Eski Mezopotamya
ve Anadolu Topraklarında Kadının Sosyal Durumu’’, Türkiye Sosyal
Araştırmalar Dergisi; 1-2, Ankara; 31-41
KILIÇ Y. – DUYMUŞ H. H. (2009) ‘‘
Eski Mezopotamya’da Din kadınları (Rahibeler)’’, Türkiye Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 160-175
OKSAÇAN H.E. (2012) Eşcinselliği Toplumsal Tarihi,
İstanbul: Tekin Yayınları; 121-125
TOSUN M. – YALVAÇ K. (1989). Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi-
suduqa Fermanı, Ankara; Türk Tarih Kurumu Yayınları
[1]
(
Hammurabi Kanunları, mad.127 )
[3]
(Hammurabi Kanunları 138. madde)
[4]
(Hammurabi Kanunları 137. madde)
[5]
(Hammurabi Kanunları 153. madde)
[6]
(Hammurabi Kanunları 143. madde)
[7]
(Hammurabi Kanunları 142. Madde)
[8]
(Hammurabi Kanunları 148. Madde)
[9]
(Hammurabi Kanunları 150. madde)
[10]
(Hammurabi Kanunları 162. madde)
[11]
(Orta Assur Kanunları, 26. madde)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder